ELEŞTİRİ & FELSEFE

Epistemolojik Zeminde Entüisyonizm ve Gazzali Perspektifinden Bakma

Sezgicilik/Entüisyonizm

Epistemoloji yani bilgi felsefesi. Epistemolojide yapılması gereken en önemli şeylerden birisi, sorgulamak ve herhangi bir kurama, olguya veya emin olduğumuzu düşündüğümüz şeylere şüpheci yaklaşabilmektir. -Sosyal epistemik otorilerin sorgulanması da olabilir fakat orası “Sosyal Epistemolojinin” alanı olduğundan buraya değinmeyeceğiz.- Elbette kuru bir sorgulamadan, şüpheyle yaklaşmaktan bahsetmiyoruz burada. Bilginin neliğinden (ne olduğundan) daha çok, doğru bilginin neliği: bilginin hakikati, hakiki olan saf bilgiye ulaşma yolları Bu yazımda da yukarıda bahsettiğimiz üzere doğru bilgiye ulaşmanın yollarından bahsedeceğim.

Aslında doğru bilgiye ulaşmak için, farkında olarak veya olmayarak izlediğimiz pek çok yöntem vardır. Bundan “Epistemolojiye Genel Bir Bakış” yazımda bahsetmiştim. Fakat yine üstünden üstünkörü bir geçmek gerekirse şöyle açıklayabilirim: Atlar uçabilir dediğimizde bunu ilk olarak imkânsız olarak görme nedenine, şimdilik aklımızın bunu kabul etmemesi diyebiliriz. Mantıksal olarak bir yanlışlama yaparak “atların uçamama kanısına varmanızda” size aklınız yardım edecektir. Yani bu kanıda kullandığınız ve sizce doğru olan bilgiye yani “atların uçamaması” düşüncesine götüren şey aklınız olacaktır. Veya başka bir şeyi örnek vermek gerekirse “bu kalem kırmızıdır” tanısını doğrulamak veya yanlışlamak için; aklınızda, bir kalemin kırmızı rengine sahip olabilmesi veya olamamasına göre değil, en azından ilk olarak, o kalemin renginin sizin kırmızı tanımınıza uyup uymamasına göre değerlendirirsiniz. Yani birisi size Ay’ı gösterdiğinde ve bir ışıklandırma yaparak “bak Ay kırmızı” dediğinde, zihninizde ve geçmiş zamanlardaki alışkanlıklarınızdan “hayır, Ay kırmızı değildir, zira Ay’ın doğasına terstir” yanıtını mı verirsiniz, yoksa “evet, Ay şimdi kırmızıdır” mı diyeceksiniz? İkisi de doğru olabilir. İşte burada kullandığımız yollardan hangisine başvuracağız? Tabii ki bu sorgulamayı, nesneler üzerinde yapınca daha mantıki veya somut şeyler elde edebiliyoruz. Lakin iş birazcık soyuta dayandığında durumlar değişiyor. Aşama aşama gitmek gerekirse, duyular bizi gerçek bilgiye götürebilir mi?

Yanlışlama yöntemi ile ilerleyeceğiz. Zira biz bir yola güvenip herhangi bir olgu üzerinde o yöntemin veya yolun çalışmadığını, hataya düştüğünü gözlemlersek veya hataya düşebilme ihtimalinin olmasını bile görürsek, o yol bizi gerçek bilgiye götürmeyebilir. Buradaki gerçek bilgiden kastımız herhangi bir şey olabilir. Genelde bunu kurduğumuzda “Tanrı var mıdır?” gibi mitolojik şeylere yöneliyoruz, fakat bu herhangi bir durum için de geçerli olabilir. Yani gideceğimiz yöntem şudur: X metodunu Y olayı üzerinde deneyeceğiz. Eğer burada, X metodu bizi yanlışa götürdüyse veya yanlışa götürebilme ihtimali var ise biz o metoda güvenmeyeceğiz, zira bizi bir kere yanlışa götüren veya götürme ihtimali olan bir yol, bizi ikinci kere de yanlışa götürebilir ve bilgiye ulaşmada büyük bir engel olabilir. Başlayacağım sıralama ise şöyle olacak:

1- Duyu
2- Akıl
3- Sezgi

Duyu Verileri

Duyular aslında bir şeyin doğru olup olmaması, tanımın obje ile doğru olup olmadığını anlayabilmek için güzel bir yol gibi görünebilir. Yani yukarıda bahsettiğimiz “Kırmızı Ay” örneğinde olduğu gibi gerçekten de o an gökyüzüne bakıp Ay’ı kırmızı olarak gören birisi isek Ay’ın kırmızı olduğunu savunabiliriz. Fakat aynı zamanda başka bir yerden Ay’a bakan birisi “Ay beyazdır” dediğinde de yanlış söylemiş olmayacaktır, çünkü gördüğü durumda Ay gerçekten beyazdır. Fakat duyularına göre hareket eden birisi “Ay kırmızıdır” derken yanlış mı söylemiştir? Kendisine göre yanlış bir tanım yapmamıştır, çünkü gökyüzüne baktığında Ay gerçekten de kırmızıdır.

Duyular kendileri ile hareket ettiğimizde, bizleri bazı sorunlarla karşılaştırabilir. Doğru bilgiye ulaşmada, duyuları seçen birisinin yanılma oranı bir hayli fazladır. Protagoras’ın da kullandığı bir yöntemle başka bir örnek verelim.

“Üç tane kapta üç farklı sıcaklık derecesine sahip su bulunsun; birisinde sıcak su, birisinde ılık su, diğerinde ise soğuk su bulunsun. Ben bir elimi sıcak suya diğerini soğuk suya sokayım ve bir müddet bekleyeyim. Daha sonra sıcak ve soğuk sudaki ellerimi kaplardan çıkartıp ılık suya sokayım. Bir elim bana diyecektir ki, bu su soğuktur, diğer elim de diyecektir ki, bu su sıcaktır. Bu ellerin ikisi de bana ait ve su aynı su. Şimdi sorun şu: Ellerimden hangisi haklıdır?” (Aster, 1943: 79) İki elim de aynı. İkisi de benim elim. Ellerimin içinde bulunduğu su da aynı. Fakat iki elim de farklı söylüyor. Nasıl oluyor da ikisi farklı söylüyor?

Gazzali de duyu verileri sorgulamasını yapan birisidir. O ise şöyle demektedir:

“İçim diyordu ki mahsusata güven nereden gelir? Bunların en kuvvetlisi göz hassesidir. Göz, gölgeye bakar ve onu durur halde görür. Ve onda hareket olmadığına hükmeder. Bir müddet sonra tecrübe ve müşahede ile onun hareket ettiğini anlar. O, birdenbire değil de tedrici olarak, yavaş yavaş hareket etmiştir. Öyle ki onun bir duruş hali bile olmamıştır. Yine göz, yıldızlara bakar, onları bir para büyüklüğünde küçük görür. Halbuki geometrik deliller, onun yeryüzünden daha büyük olduğunu gösterir. Mahsusattaki bu benzeri hallerde hissi (duyulara dayanan) davranış hakimdir; oysa bunu akli davranış, müsamaha edilemeyecek bir tarzda tekzip eder. Bunun üzerine mahsusata güven(im) de yıkıldı.” (Gazali, 1972: 27-28)
[Mahsusat: Gözle görülen şeyler]

Bahsedilen örnekler ve daha birçok örnekte olacağı gibi (Kaşığın suda kırılması, Serap olayı …) duyu verilerinin yanıltıcılığı epey fazladır. O halde, bizi yanıltabilme ihtimaline karşı, bu yolu tehlikeli olarak nitelendirmemizde bir sakınca yoktur.

Akıl

Akıl muazzam bir cihazdır. Birçok kişi, hayvan ile insan arasındaki farkı açıklarken akıl tanımından yola çıkar. Biraz önce yaptığımız ve duyuları yanlışladığımız yöntemimiz aslında akıl yolu ileydi. Hayatta pek çok şey yaparken öne attığımız şeylerden birisi duyular, diğeri ise akıldı. Akla göre duyular, bir nebze olsa da daha güçsüz bir durumda idi ki akıl, duyulara galip geldi. Pek çok akım, felsefeci aklı gerçek ve saf bir bilgiye, hakikate götüreceğini söylemiş ve bu süreçte akıl yolunu kullanmıştır. Fakat duyular gibi akıl da acaba yanlışlanabilir mi? Veya yanlışlanabilme ihtimali, yanlışa götürme durumu var mı?

Duyu verilerini yalanlayan şey akıl olmuştu. Akıl duyuya hâkim gelmişti. Aklın da yanılabilirliği veya yanılabilme ihtimali var ise akla hâkim gelecek olan şey ne olacaktır? Aklın bir şekilde yanılabildiğini veya yanılabilme ihtimalinin olabileceğini görürsek hangi sistematik yola güvenebiliriz?

Gazzali bu süreci şöyle açıklıyor:

“Belki sadece “on, üçten daha büyüktür”, “Bir şey hem yok hem var olamaz”, “Bir şey hem hadis hem kadim hem var hem yok hem bulunması zaruri hem imkansız olamaz” gibi evveliyatı içine alan akliyata güvenmelidir” dedim. Bunun üzerine mahsusat “Akliyata güveninin, mahsusata olan güvenin gibi olmadığını nasıl ispat edersin? Bana güveniyordun, akıl hâkimi geldi, beni yalanladı. Eğer akıl hâkimi olmasaydı, beni tasdikte devam edecektin. Belki aklın, idrakın ötesinde başka bir hâkim vardır; ortaya çıkarsa, aklı verdiği hükümden dolayı tekzip eder. Nitekim akıl hâkimi ortaya çıktı ve hissi, verdiği hükümden dolayı yalanladı.” (Gazali, 1972: 28)

Bu şüphe ve sorgulama sürecinden sonra Gazzali “Rüya Hipotezini” ortaya atar. Burayı incelerken gerçeklik algımızı derinlemesine sorgulamamız gerekmektedir. Descartes bu, rüyada olabilme ihtimalini şöyle değerlendiriyor:

“Rüyalarımda şunu bunu yaptığımı, şuraya buraya gittiğimi görürüm; uyanınca da hiçbir şey yapmamış, hiçbir yere gitmemiş olduğumu, uslu uslu yatakta yattığımı anlarım. Benim şu anda da rüya görmediğim, hatta bütün hayatımın bir rüya olmadığı güvencesini bana kim verebilir? İşte bütün bunlardan, içinde bulunduğum dünyanın gerçekliği tümü ile şüpheli bir şey oluyor.” (Gazali, 1972: 28) Fakat burada hipotezi ilerleten ve genel olarak ele aldığımız Gazzali’den de alıntılama yaparak onun üzerinde duracağız. Gazzali de “Rüya ve Rüya Hipotezi” hakkında şöyle diyor:

“Görmüyor musun? Uykuda birçok şeylerin varlığına inanıyor, birçok haller tahayyül ediyor, onların sebat ve istikrarı olduğuna kanaat getiriyorsun. Şu halde, bunlar hakkında şüpheye düşmüyorsun. Sonra uyanınca düşünüp hayal ettiğin ve inandığın şeylerin hiçbirinin, aslı astarı olmadığını anlıyorsun. O halde, uyanık iken his veya akılla inandığın bütün şeylerin gerçek olduğuna nasıl emin olursun? Filhakika bu, senin haline nazaran göz önüne alınırsa gerçektir. Fakat sana öyle bir hal gelebilir ki bu halin, senin uyanıklık haline nispeti, uyanıklık halinin uyku haline nispeti gibidir. Ve senin uyanıklık halin, ona nispetle uykudur. Bu hal gelirse, aklınla tevehhüm ettiğin bütün şeylerin neticesiz olduğunu kesin olarak anlarsın.” (Gazali, 1972: 28-29)

İnsanlar gerçekten bazı zamanlar uykularında birtakım hayaller görür fakat bunların hayal olduğunun farkına varamazlar. Tıpkı gerçekmiş gibi onları yaşarlar. Bazı zaman, bu onlara büyük bir sevinç verir, bazı zaman ise büyük bir üzüntü verir. İnsanlar, onların gerçek olmadığını anlamadan sanki gerçeklermiş gibi güler veya ağlarlar. Bunun bir rüya olduğunu ise ancak uyandığı vakit anlayabilirler, daha doğrusu uyandıklarının farkına vardıklarında, bu bilince sahip olduklarında anlarlar. Peki ya böyle bir şey yoksa, aslında sadece uyandığımızı zannediyorsak ve hala rüyadaysak… Bunu bilmemizin bir yolu var mı? Şu an uyanık olduğumuzu ne aracılığıyla bilebiliriz?

Gerçekten de rüyada iken algılarımız ve hissiyatımız gerçek yaşamdaymış gibi olur. Tepkilerimiz, üzüntülerimiz, sevinçlerimiz gerçeklikle birebirdir. Hatta alışkanlıklara ters bir şekilde gerçek dediğimiz, bu hayatta yapamadığımız şeyleri o rüya halinde yaptığımızda yadırgamayız. Uçmak, zihin okumak, özel güçlere sahip olmak gibi durumları yapabildiğimizde zihnimizce bunu yadırgamaz ve bu durumları devam ettiririz. Bunların devam edeceğine ve gerçek olduğuna o kadar inanırız ki uyandığımızda bunların “gerçek” olmadığını anlar ve üzülürüz. Peki ya başka bir açıdan bakalım. Rüyada iken seni kovalayan adamların olması ve onlardan son sürat kaçma durumundan bir anda uyanıp “gerçek” dünyada terlemen, rüya halinde çektiğin acıları hem rüyada hem de gerçekte yaşaman…

Gerçek ile rüya algısı o kadar birbirine geçer ki uyanmana rağmen o korku ve kaçma isteği, sevinme ve mutluluk duyguları bir müddet devam eder. Daha sonra o olayların gerçeklik boyutunu anlarız. Uyandığımızda gördüğümüz rüyanın rüya olduğunu kavrayabiliriz. Bazı kişilerde ve bazı rüyalarda, o rüyayı gören kişiler rüyada olduğunu anlayabilir. Ben rüyadayım hali kişilerde gözükebilir. Fakat bu hissin olması dediğimiz şeyi yalanlamaz, zira yine dünya üzerinde, bu hayatın gerçekliğinden kendini soyutlamış ve uyandığında yaşayacağı hayata kendini hazırlamış kişiler de vardır. Rüyalarda rüya hissiyatını yaşayabilmemiz ve dünya hayatında bu hissi yaşayamamamız, dünya hayatının gerçekliğine bir delil getirmeyecektir -ve gerçeklik algımızı yeniden oluşturabiliriz. Rüyadan uyandıran etmenlerin, uyanma zamanında gelmesi sonucunda uyanırız. Gerçeklik algımızın yanıldığını ve yanılabileceğini, aklımızın o rüyayı gerçek olarak nitelendirdiğini ve hislere kapıldığımızı ancak o zaman anlarız. Peki dünya hayatını da bir uyku hali olarak görürsek ve uyanma zamanının veya uyanma etmenlerinin henüz gelmemiş olması sebebiyle uyanamıyorsak, aklımızın dünyanın gerçek olduğunu söylemesine ne kadar güvenebiliriz?

Gazzali rüya hipotezini iyice ilerletir. Ona göre “Belki bu hal ölüm halidir. (…) Belki, dünya hayatı, ahirete nazaran bir uykudur. İnsan ölünce her şey ona, şimdi göründüğünden başka türlü görünecektir.” Bununla birlikte şöyle bir ihtimal daha var: Belki biz şu an ölmüşüzdür ve ruhumuza dünyada yaşadıkları gösteriliyordur. Bizim de şu an itibariyle bundan haberimiz yoktur. Ta ki sorguda o ana gelene kadar bunun farkına varamayacağızdır. Dediğim gibi bu sadece bir ihtimalden ibarettir. Şu an itibariyle bunu ispat etmek pek mümkün değildir. Nasıl ki rüyada iken, bunun bir hayal olduğunu anlayamıyorsak, tıpkı bunun gibi şu an sorgulanıp sorgulanmadığımızı da anlayamayız.

İlerleme şeklimiz doğrultusunda duyuları yanlışlayan akıl ve yanlışlanan akıl. Bu uzun bir sorgulama dönemini kapsayabilecek öneme sahip bir konu. Fakat bu yanlışlamalardan sonra, ana konu olan “doğru bilgiye nasıl ulaşılır?”, “hakikate ulaşmadaki yollar” mevzularına tekrar dönecek olursak duyularımız ve aklımız bizi yanılttı ve yanıltabileceği de ortaya çıktı. Bu andan sonra güvenmemiz gereken ve güvenebileceğimiz şeylerin sayısı sınırlı. Güveneceğimiz şeyleri de sorgulama metodundan geçirmemiz şarttır, zira duyuları akıl yoluyla yanlışladığımızda aklı hakikate ulaştıran yol olarak kabul etmiştik. Lakin onu da sorguladığımızda ve şüphelendiğimizde, onun da bizi yanılttığını ve yanıltabileceğini gördük. Peki akla tamamen güvenmeyecek miyiz? En nihayetinde oluşturduğumuz “Rüya hipotezi” de bir sorgulama süreciydi. Burada ince bir çizgi olduğunu belirtirken yine Gazzali’den de alıntılamamız gerektiğini düşünüyorum. O bu konuda şöyle diyor:

“Akıl, başlı başına çok az şeyleri halledebilir. Bir şeyin cüz’iyatını değil ancak külliyatını bilmeğe vasıl olabilir. (…) Kişiyi yegan yegan doğru hükümlere götüremez. Hidayete erdiremez.”

Külliyatta duran bilgileri bilme halini, cüziyata dökemeyişimiz ve cüziyatta boşlukların kalması, bizim külli olarak bildiğimiz şeylere hakikat demememize yol açar. O halde akıl cihazıyla, belirli bir yere kadar gidebilir, bir bilginin genel hatlarını bilebiliriz. Lâkin o bilginin cüziyatını bilemeyiz. O halde, cüziyatı bildirecek ve hakikate ulaştıracak olan metot veya yol nedir?

Entüisyonizm’e Gazzali Perspektifinden Bakış

Yukarıda bahsettiğimiz süreç, Gazzali için çok uzun ve sancılı bir süreç olmuştur. Zira kişinin güvendiği yolların yanılması, yanılmasını kabullenmesi, o yanılgıyı sağlayan şeylerin de yanılabilme ihtimalinin olması ve kişinin bundan şüphelenmesi takdir edersiniz ki kolay bir süreç değildir. Gazzali yukarıda uzunca açıkladığımız meseleye şöyle yer veriyor:

“Belki de en başta güvenmem gereken şey akıldır. Çünkü akla dayalı olan bilgiler, öncül bilgilerdir.” Örneğin; on sayısı, üç sayısından daha çoktur. Varlık ve yokluk yani isbat ve nefiy, bir tek şeyde bir arada bulunmazlar. Tek olan bir şey, hem hadis (sonradan yaratılan) hem de kadim (ezelden var olan) olamaz. Tek olan bu şey, hem mevcut/var hem de ma’dum/yok kabul edilemez. Tek olan bu şey, hem vacip (varlığı zorunlu) hem de muhal (varlığı imkânsız) olamaz. İşte bu yargıdan sonra, bu defa duyu organları devreye girdi ve: “Önceleri bana güven duyduğun gibi, neye göre akla dayalı olan şeylere güven duyabiliyorsun? Sen bana güven duyarken karşına akıl çıktı ve beni yalanladı. Eğer akıl yoluyla olan yargı karşına çıkmamış olsaydı, sen hala bana güvenip duracaktın değil mi? Belki de akıl gücünün üzerinde, farklı bir başka güç vardır. Nasıl ki akıl, kendi kanunları çerçevesinde, benim yargılarımı çürütüp geçersiz kılmış ise bu defa aklın ilerisinde olan o güç de, yargılarından ötürü aklı yalanlar. Gerçi şu anda böyle bir şeyin var olmaması, o şeyin ortaya çıkmayacağını, muhal olabileceğini de göstermiyor değil mi?” (El-Munkız Mine’d Dalal)

Bu sorgulamalardan sonra -ki özellikle akıl sorgulaması ve rüya olabilme ihtimalini düşünmesiyle- Gazzali büyük sıkıntılar yaşamıştır. Zira bu düşüncesine, kendisi de bir cevap getirememiş ve delil arasa da bulamamıştır. Kendisi de bu süreç için “Doğrusu bu rahatsızlık bende iyice pekişti kaldı ve bu hal yaklaşık iki ay süre ile devam etti. Bu iki ay boyunca ben, her ne kadar açık olarak söylüyor ve konuşuyor değil idiysem bile, halimle ben sofistliği, safsata görüşünü benimsemiş gibiydim.

Bu sorgulama ve hal, Gazzali’de iki ay tesir etmiştir. Hatta kendi dediği gibi kendisini sofistliğe kadar götüren bir yol olmuştur. Fakat daha sonra kendisinin de adlandırdığı gibi “Yüce Allah’ın kalbine attığı bir ışık ve nur sayesinde” öğrenebilmiştir. Sezgicilik ve sezgi kelimesi aslında Gazzali’nin lügatinde yoktur. O daha çok “kalp nuru, ziya” gibi kavramlarla bunu açıklamıştır.

Gazali tamamıyla aklı reddetmemiştir. Zira İbrahim Peygamber meselesinde de olduğu gibi akıl hem inandığı din olan İslam’da hem de kendi sorgulamasında ve fikirlerini oluşturmasında büyük bir pay sahibidir. Fakat her işin akılla çözülemeyeceği noktasında durmaktadır. Akıl daha çok bir kişiyi külli bilgilere ulaştırır iken, cüzi meseleler hakkında fikir sahibi yapmaz, fikrini savunmaktadır. Akıl ile kişi pek çok sorgulamalar yaparak ve büyük meseleler hakkında şüphelenerek birtakım hakikatlere erişebilir. Fakat o hakikatler de külli hakikatler olduğuna göre hâlâ o kişinin o hakikat bilgisinde eksiklik vardır ve tam mana ile hakikate, hakiki bilgiye erişememiştir. Zira cüzi bilgiler hakkında bir fikri yoktur. Bir A bilgisine ulaştıracak yollar elbette önemlidir. Fakat A bilgisinin de ötesinde ve kendi hakikatiyle A bilgisini, külli bir duruma getiren bilgi var ise A bilgisinin cüzi bilgisi olarak adlandıracağımız bu bilgiye ulaşma yolu da önemlidir -daha önemlidir. A bilgisine ulaştırıp cüzi meseleler hakkında yorum yapamıyorsak, A bilgisine ulaştıran yolu A bilgisine ulaşıncaya kadar kullanmalıyız. A bilgisine ulaştıktan sonra “Ben hakikate ulaştım” dememeli A bilgisine ulaştıran yolumuzu ve metodumuzu değiştirmeyi deneyerek A bilgisinin iç yüzünü ve cüzi meselelerini de anlamaya çalışmayız. Aksi halde tam manası ile hakikate ulaştığımızdan bahsedemeyiz. Aynı bu örnekte de olduğu gibi akıl, bizi bazı hakikat bilgilerine ulaştıran bir yol olabilir. Lâkin Gazzali’nin de düşündüğü gibi akıl her mesele hakkında bilgi vermeyecektir. “Akıl, başlı başına çok az şeyleri halledebilir. Bir şeyin cüz’iyatını değil ancak külliyatını bilmeğe vasıl olabilir” (Gazali, 1971: 65)

Gazzali hakikate ulaşmayı ve bahsettiğimiz cüzi bilgileri de bilmeyi sağlayan yola, bahsettiğimiz gibi “kalp nuru” demiştir.

Daha Fazla Göster

Ahmet Talan

Epistemoloji/ Din Felsefesi/

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Başa dön tuşu