ÇAĞIN PATOLOJİSİ II: POSTMODERNİZM’İN ALACAKARANLIĞI
John Stuart Mill, Düşünce ve Tartışma Özgürlüğü adlı eserinde der ki:
‘’Görüşlerin devrim geçirdiği dönemlerde bile, doğrunun bir kısmı yükselirken bir kısmı batar. Gelişme, çoğu zaman bundan ibarettir.’’
Modernizm, sistemleşmiş en geniş Batı ideolojilerinden biri olarak, Mill’in bu tutumunun dışına çıkamamıştı. Modernizmin tabir-i caizse hasır altı ettiği o ‘’bir kısım doğrular’’ ilk olarak Friedrich Nietzsche’de kayda değer bir huzursuzluk meydana getirmişti. Nietzsche’nin kendi çağından ve ideolojisinden dem vurduğu ve o çok ünlü baş ağrılarıyla kişileştirilmiş/kişileştirdiğimiz bu huzursuzluk, o ve Heidegger’de her zaman haklı, her zaman realist bir başkaldırıydı.
Özellikle 1920’lerin başında Frankfurt Okulu’nun öncüleri olarak sayabileceğimiz ve bugün adlarını daha entelektüel çevrelerde sıklıkla duyduğumuz Horkheimer, Pollock, Adorno, Eric fromm ve Walter Benjamin gibi isimler, zamanla modernizme karşı gelişen bu başkaldırıyı sahiplenip bir ideoloji haline getirmeye çalıştılar. Bu noktadan sonra gözlemlediklerimiz, hızla gelişen ve yayılan bu haklı isyanın zamanla körelip bir baskı aracına dönmesi şeklinde. ‘’Eleştirel Teori’’ olarak da adlandırılan Frankfurt Okulu’nun bu önde gelenlerinin daha sonra Avrupa kıtasından Amerika’ya sürgün edilmesi, modern başkaldırının daha geniş bir entelijansiya ile doğal olarak temsil edilemeyip temellerinin zayıf kalması ve belki de -en önemlisi- başta ABD’de olmak üzere hızla gelişen örgütlenmemiş kapitalizmin kendine ‘’sosyolojik bir pazar’’ arayışına girmesi gibi sebeplerle bu yeni yetme isyan, zamanla haklı bir başkaldırı olmaktan uzaklaşarak yozlaşmaya ve bir tür baskı (mobbing) aracına evrilmiştir, diyebiliriz.
İlk dönemlerinde ‘’geç modernizm’’, ‘’teknokapitalizm’’, ‘’hiper-gerçeklikler çağı’’ ve ‘’post-yapısalcılık’’ olarak geliştirilmek istenen bu teori, hiçbir zaman bir ideoloji haline gelememiş ve hep bir yaşam tarzı ya da ‘’durum’’ olarak kalmıştır. Bu sebeple son şeklinde artık ‘’post-modernizm’’ olarak adlandırılmaya başlanıp günümüze kadar gelmiştir. İçinde ‘’-izm’’ son ekini barındırıyor olması ideoloji olmasını değil, modernizm eleştirisi olmasını temsil eder. Nasıl ortaya çıktığına yönelik merakları giderdiğimizi düşünerek sanıyorum ki artık tam bir tanımlamaya başlayabiliriz.
Postmodern durum (artık neden ‘durum’ dediğimiz anlaşılmıştır.), her şeyden önce tasnif edilmelidir. Bugün artık ‘’geçici postmodernizm’’ ve ‘’tüketici postmodernizm’’ olarak iki temel hareket bulunduğu söylenebilir. Burada konuşacaklarımız çoğunlukla tüketici postmodernizmi hedef almakla birlikte yer yer geçici postmodernizme de hitap edecek.
Daha genel bir tanımlamayla -ki bu tanım Glass’a ait- ‘’postmodernizm; gelişme, tarih, diyalektik, nedensellik, sistem, mutlakiyet, içerik, teknolojik yargılama ve uyumluluk gibi modernizmin temel birkaç ifadesine şiddetle karşı çıkan bir düşüncedir.’’ denebilir. Daha makro ölçekte görünür yararlılıklar kazandırdığını söyleyebileceğimiz postmodernizm daha mikro ölçekte-yani toplumdan bireye indirgendikçe- pek çok hastalıklı düşünce ve harekete yol açmıştır.
Kümülatif bilginin ortadan kaldırılarak yayılımcı bilginin esas alınması; genelliğe karşı hep özelliği, nesnelliğe karşı hep öznelliği savunan postmodernizm; daha çok hep bir şeylerin ‘’değilleme’’sini içererek kendine toplumsal bir zemin bulur. Ortaya konan her ‘’değilleme’’, her anti-tez, sorgusuz sualsiz bu sistemde yerini bulur ve bizler daha ne olduğunu bile anlayamadan dokunulmazlığını ilan eder.
Ezcümle ile postmodern epistemoloji, ‘’Herkesin doğrularının herkesçe kabul edilmesi ve her yanlışın dışlanması gerektiği’’ şeklindeki izafi çizgiye -tıpkı limitte olduğu gibi- yaklaşma eğiliminden ibarettir.
Modernizm de dahil tarih boyunca hep bir özne veya merkezden söz edilebilirken postmodernizm ile bu temel dışlanmış ve ortadan kaldırılmıştır. Sistemde özne olarak sayabileceğimiz tek olgu belki de ‘’dil’’dir. Ne kadar konuşursanız ne kadar yorumlarsanız ve ne kadar ‘’değil’’lerseniz o kadar cazibeniz vardır. Artık ‘’gerçek’’ diye bir tin yoktur, yalnızca doğrular vardır ve her şey doğrudur. Hasıl-ı kelam, postmodern bilginin bu agnostik denebilecek yeni epistemolojik formu sürekli ortaya atılan ‘’değilleme’’lerle vücut bulur ve sürekli güçlenir.
Değilleme konusunu kapatmadan evvel -tam da bu noktada- savımızı bir örnekle nihayete erdirebiliriz: Örneğin aşının yararlılığı üzerinde duruyorsunuz ve çevrenizde tam zıttı düşüncelere sahip bireyler var. Bu durumda Matrix’te yer bulabilmek için tek çıkar yolunuz onaylama, açıklama ya da rasyonel içerik ortaya koymaktan ziyade ‘’değilleme’’ yapmaktır. Eğer aşının ve aşı olmanın önemine ve yararlılığı üzerine tezler sıralarsanız bu, nadiren kendine bir hedef kitle bulacaktır. Hemen aşı karşıtlığını reddederek fikrinizi beyan etmelisiniz. Bu ne yazık ki hiçbir zaman objektif bir zemine oturamaz. Sonuçta ‘’aşıyı, aşı karşıtlığına bir karşıtlık geliştirerek’’ savunmuş olursunuz.
Herkesin her şeyi bildiği bir dünyada, postmodern bilginin bizce hiçbir değerinin olmamasının nedeni işte hep bu subjektif ve dolayımlı dil anlayışıdır.
Daha obskürantif bir ekol ile; bilginin değerinin ortadan kaldırıldığı, metalaştırıldığı ve ‘’kirletildiği’’, toplumun bir aradalığına karşı bireyin düzlemsel özgürlüğünün ön plana çıkarılması… Nihayetinde; her insan, her düşünce ve her değerin metalaştırılmasıyla postmodernite, klasik her ilke ve kurala savaş açmış ve bunları temelinden sarsmıştır. Ona göre geçmişin doğru-yanlışları veya iyi-kötüleri yoktur, yalnızca geçmiş vardır ve derhâl yok edilmelidir. Burada anladığımız postmodernitenin, geçmişten yalnızca imgelemlerini alıp metalaştırdığı ve pazarladığı şeklindedir. Ortaya konan tüm bu savaşımlarla Postmodernizm tüm hakikatlerin yıkılarak yerine tek bir gerçeğin inşasına çalışır ve çalıştırır: Örgütlenmemiş kapitalizme mekânsal olarak sürekli genişleyen ve zamansal olarak sürekli daralan (sürekli tüketim) bir pazar alanı meydana getirmek.
Şu ana kadar hala postmodern düşünceyi etraflıca kavrayamamışsanız, bunu gayet olağan karşılarım zira hiçbir şekilde ideolojileşememiş bir ‘’durum’’la karşı karşıyayız. Biz, bunun yerine bir tanımlamadan ziyade modern ideolojiye karşı postmodernitenin ana akım ‘’değilleme’’lerini ve söylem farklılıklarını ortaya koyarsak sanıyorum ki daha yerinde bir iş yapmış oluruz. Buna göre;
Modernizmdeki hiyerarşiye karşın postmodernizmde anarşizm; merkeziyetçiliğin ortadan kaldırılması, büyük politik yatırımlara karşı mikropolitik yatırımlar ve kurumlar arası güç çatışmaları, milli kimlik ve ulus kültürüne karşı yerel söylemlerin çokluğu ile karakterize popüler kültür anlayışı, objektif ve rasyonel bilim anlayışına karşı kronik ve şizofrenik şüphecilik, Modernizmde kendine yer bulmuş kültür ayrımı ve fikirlerin üstünlüğü ekolüne karşı; karma imgelemlerin üstünlüğü; toplumculağa karşı anarşist/individüalist serbestlik anlayışı, genel sınırlamalar ve ariliğe karşı tüm standartların reddiyle karakterize melezlik kültürü, köklülük ve kadimliğe karşı sürekli baştan inşa ve temelsizlik, temsiliyet ve aidiyete karşı hiper-bağımsızlık ve sınıfsızlık, son olarak determinizme bir ‘’değilleme’’ olarak indeterminizm postmodernitenin günümüzde temel dinamiklerini oluşturur.
Tüm bu ‘’değilleme’’lerin bugün çevremizde ne kadar yaygın olduğu göz önüne alınırsa öyle görülüyor ki postmodernizmin bireyler, toplumlar ve fikirler için ne denli ciddi bir tehlike arz ettiği kabul edilir. Daha da büyük olan tehlike ise, bu ideolojisizliğin tüm dünya çapında pek çoklarınca vazgeçilmez bir yaşam tarzı haline gelmesidir, diyebiliriz.
Tüm otoritelere, tüm devlet teorilerine, tüm ideolojilere ve tüm dinlere örtük bir savaş açan ve bunları kitle bilinçaltında birer distopya olarak lanse eden postmodernite ve kapital tiranlık; yine tüm bu örtük savaşım verdiği otoriteleri, ideolojileri, teorileri ve dinleri; temellerini oluşturan felsefelerden ayrıştırarak aldığı imgelemleri de metalaştırır ve bunları sürekli birbirine karıştırarak melez, tek tip -herkesi tüketen olarak- ve dağınık -bir araya gelemeyen- bir insanlık inşa eder.
Mill’in, yazımızın başında yer alan öngörüsü ne kadar yüce bir kehanet. Tarihte Rönesans’ı, Reformasyon’u, Aydınlanma’yı ve I. Sanayi Devrimi’ni temsil eden modernizm; postmodern hareket tarafından sistematik bir şekilde egale edildi. Üstelik modernizmin bunalımlarını gidermek bir yanadursun tüm ideoloji tedricen parçalanarak yerine tek bir algı oluşturuldu: metalaşma.
Bir sonraki yazılarımızda artık bu ‘’melez’’ ve ‘’soysuz’’ insanlığın makro ve mikro ölçekli sorunlarını inceleyip dile getireceğiz. Bu şekilde ümit ederiz ki -az da olsa- birtakım zihinleri bu global transtan uyandırmış oluruz.