SINIRSIZ
‘’Sevgili Dost,
İnsan yoktu ve sınır yoktu. İnsan geldi ve elindeki tebeşirle sınırlar çizmeye başladı.’’
4.54 milyar yıllık dünyada yaklaşık 200.000 yıldır bir arada yaşıyoruz. Yeryüzündeki sayısız çeşitte varlık arasında belki de yaşadığının en çok farkında olan akıl ve yürek sahibi canlılarız. Düşünebiliyoruz; beynimizin her bir kıvrımıyla. Hissedebiliyoruz; sonsuz büyüklükteki hisleri, hem de saç köklerimize kadar. Sevebiliyoruz; kalbimizi hızla attıranları. Üretebiliyoruz; eksik olan ne varsa. Hükmedebiliyoruz; bizi içinde barındıran doğa anaya. Ve en nihayetinde tüketebiliyoruz tüm olanı biteni; yaşamak uğruna.
Bilimin ışığında ve geriye kalan tüm imkanlar yardımıyla istediğimiz her şeyi gerçekleştirebilecek, her türlü şeye sahip olabilecekken biz ise sınırlar çizmeyi tercih ediyoruz. Maddi-manevi, fiziksel-mental, somut-soyut pek çok sınır… Hayatımızı düzene sokacağını, bizi daha ileriye götüreceğini sandığımız sınırların çoğu aslında bizi birbirimizden ayırıp mutsuz etmekten başka hiçbir işe yaramıyor. Daha da önemlisi, var oluşu da pek bir şey ifade etmiyor. Kendi ellerimizle koyduğumuz sınırlar dönüp dolaşıp en fazla bizi etkiliyor belki de. Bizi mutlu edeni, bize en çok benzeyeni uzaklaştırıyor bizden; tıpkı bir makasın kâğıdı tam ortasından ikiye ayırdığı gibi. Sonuçta bu sınır çizgisinin önünde veya arkasında olmanın ne önemi var ki, ruhlar ve yürekler birbirinin aynıysa.
Düşünüyorum da, insan nüfusunun artmasıyla mı artıyor sınırlar? Yoksa takvim yapraklarıyla mı alakalı? Okuduğum bir romanda; kendi lanetlerinden kaçan bir aile, herkesten kopup çok uzaklarda bir yerde kendilerine bir yaşam kuruyorlar. Dışarıdan herhangi biriyle iletişimleri yokken her şey yolunda ilerliyor ve huzurlular. Sonraları, kurdukları kente belirli aralıklarla gezginci çingeneler gelip çadır kurmaya başlıyor. Bu da elbette kendilerine benzemeyen yepyeni insanlar demek. Kendi elleriyle kurdukları bu mutlu, sırça fanus, artık sadece onların olmuyor. Sonra ne mi oluyor dersiniz? Dünyadan bihaber şekilde yaşarken, henüz aralarında bir yönetici bile seçmemişken, kurallar koymamışken, ‘kötülük’ nedir bilmiyorken sahip oldukları huzur, bu yeni kavramlarla tanıştıkları günden itibaren bozuluyor. Bu alışık olmadıkları insanlar onlara aldatmayı, iktidar kavgasını, dedikoduyu öğretiyor. Bilerek yapmıyorlar belki, bu onların hayatına yer etmiş çünkü. Nasıl ki her türlü kötülükten habersiz yaşayanların aklına kötülükle yaşamak gelmiyorsa, onların aklına da bu olgular olmadan yaşamak gelmiyor belli ki. Alışmış oldukları hayat böyle. Ne yaşıyorlarsa çevrelerine de onu yaşatıyorlar.
‘Hayatı kurallarıyla yaşarsan ezilirsin, kendi kurallarınla yaşarsan ezersin.’ demişler. Peki soru şu: ezmeye de ezilmeye de gerek var mı? Birilerini olumsuz etkileyecekse eğer, kendi ellerimizle koyduğumuz sınırlara gerek var mı? Sonsuz gökyüzümüz varken bölmeye, parçalamaya neden ihtiyaç duyuyoruz? Sırf dini, dili, teni bizden farklı diye neden ötekileştiriyoruz insanları mesela? Zengini zengin olduğu için, fakiri de fakir olduğu için eleştiriyoruz. Fakat tam olarak şurayı kaçırıyoruz: Bizleri zengin yapan da bizleriz, fakirleştiren de; hasta eden de, iyileştiren de; tüketen de, üreten de; sevgiye boğan da nefretiyle solduran da. Akıllarımızı ve yüreklerimizi bizim gibi olmayanları kötülemek ve aşağı çekmek için kullanmadıkça, hasetlik çekmedikçe, hayatımızda kötü olan hiçbir şeye yer vermedikçe sınırlara gerek kalıyor mu? Tek bir atadan geldiğimizi düşünürsek, yeryüzü üzerinde her birimize eşit hak ve paylar düşmez mi? Hele ki tüm hayat felsefemiz ‘başkaları için çalışmak’ üzerine kuruluyken…
Biz hekimler, başka insanları iyileştirmek için çalışırız. Öğretmenler diğer çocukları eğitmek için, polisler başkalarının can güvenliği için uğraşır. Tüccar başkalarına mal satar, müteahhit başkaları için yapar evlerini. Avukat, başka insanların davalarını savunur mahkeme salonlarında. Yazar bile içinden geçenleri başkaları okusun diye yazar. Samuel Johnson’un ‘’Her el, insanlığın mutluluğuna ya da sefaletine bir şeyler katar.’’ dediği gibi sayısız örnek sayılabilir ana fikri ‘diğer insanlar’ olan.
Tek hayat, tek gezegen, tek insanlık! Henüz Mars kolonileri kurulmamışken, dünya hepimizin. Kara parçalarından da, ürün etiketlerinden de, yol çizgilerinden de silebiliriz sınırları. Ama en çok da yüreğimizden… Kalbimize pas tutturan, onu körelten, bir zırh gibi etrafını sarıp hareketini engelleyen tüm sınırları silebiliriz. Silmeliyiz, daha da gecikmeden.‘’Hangi çiçek diğerini ‘sarı açtı’ diye ayıplar? Hangi kuş ‘farklı ötünce’ diğerine yasak koyar? Derisinden dilinden ötürü öldürülüyor insanlar. Ah insanlar! Her şeyi bulup, kendini bulamayanlar…’’ demiş Charles Bukovski.
Sahi, 200.000 yıllık tarihimizde neler için gecemizi gündüzümüzü ayırdık da asıl olana ulaşamadık? İçimizdeki o sonsuz mutluluk isteğine ulaşmak için yaptıklarımız gerçekte bizi mutlu etti mi? Neleri bulurken kendimizi bulamadık?
Belki de kaybettik, kim bilir…
KAYNAKÇA:
POSTA KUTUSUNDAKİ MIZIKA/ALİ URAL